Michael Sorkin’in Önerisi      |       www.civilturk.com


UIA İstanbul 2005 Kongresinde birçok “yıldız” mimarın sunumunu dinledikten sonra Michael Sorkin’in konusuna tekrar dönmek istiyorum. Sorkin bireysel mimarlık yerine metropollerin küresel problemleriyle ilgilendi. Büyük metropollerin dağınık, tanımsız, kalabalık olmalarını ve sürekli tüketimi teşvik etmelerini eleştirirken daha insani küçük kentlerde yaşamanın avantajlarını çizimleriyle sundu. Mimarlara toplum yararına çalışmalarını ve ekolojik sürdürebilir (ecologicaly sustainable), küçük ve kaliteli kentler tasarlamalarını önerdi.

Biz büyük metropolün içinde küçük semtlerde yaşamanın avantajlarını kendi coğrafyamızdan biliyoruz. Boğaz köyleri ve yakın geçmişte İstanbul’un çevresinde planlanan Leventler, Yeşilyurt, ve Ataköy gibi yerleşim birimleri halen yaşam cazibelerini koruyorlar. Sorkin’in, kentlerin küçük olmaları, önerisini onun sanki buzdolabımızı açıp arkada kalan yaprak dolmasını ısıtıp, üzerine kendi sosunu dökerek, önümüze koymasına benzettim. Öneriyi “Sorkin Dolması” olarak alkışlarken, eğer aramızdan birisi taze yaprak dolması sofraya getirseydi “yine mi aynı dolma?” deyip, kafamızı çevirirdik diye düşündüm. Bu düşünceyle amacım, hemfikir olduğum, Sorkin’in önerisini kritik etmek veya küçümsemek değil. Aslında “neighborhood planning” olarak adlandırılan ve kentlerimizde 1950’ler de başlayarak uygulanan, yeni semtlerin planlamasından vazgeçmemize üzülüyorum.

Türkiye, özelleştirme furyasıyla, her türlü kamusal yatırımdan vazgeçmiş durumda. Kamunun planlamaya olan ilgisizliğiyle yeni projelerin geliştirilmesi özel sektöre bırakıldı. Küresel kapitalin, kısa vadede kar etme amacı, yaşam kalitesini düşünmeksizin, kentlerimizi şekillendiriyor. Özel sektör projelerini pazarlarken yıldız tasarımcıların, çevresinden kopuk, dikkat çekici, simgesel yapılarını tercih ediyor. Neticede karmaşık metropolün içinde birbirinden kopuk bir simge yapıdan diğerine sıçramak kentin bütününü anlamsız kılıyor. Metropol sadece anıtsal yapılarıyla imaj kazanırken, geri kalan kentin benliği hafızamızdan silinmeye başladıkça biz planlamadan daha da soyutlanıp kamusal alanların şekillenmesini özel sektöre bırakıyoruz. Çok uluslu yatırım konsorsiyumları kentin yerel sokak, meydan ve park gibi ortak alanlarını önemsemedikleri için sadece otellere, alış veriş merkezlerine ve tema parklarına yatırım yapıyorlar. Ticari amaçlarla gelişen bir kent de kamusal alanlar ihmal ediliyor ve emlak süpekülasyonun hızlanıyor.

Bu arada, telaş içinde, İstanbul’un kamusal varlıklarının, eleştiriye sunmadan, özelleştirilmesine devlet aracı oluyor. Örneğin, tüm itirazlara ve sakıncalara rağmen, Haydarpaşa Projesi bir devasa “oldu bitti” ile gerçekleşecek gibi görünüyor.. En son, Milliyet'te 17/09/05 tarihli Ekonomi sayfasında “İsrailli yatırımcı Sami Ofer yine sahnede: Royal, Galataport’a 3.5 milyar euro teklif etti” başlığıyla çıkan haber dikkatinizi çekmiştir. Karaköy Limanı ve Salı Pazarı’nı içine alan ve İstanbul Modern’in de kapsadığı sahil şeridinde uygulanacak bu anahtar proje konusunda ne kadar bilgilendirildik diye sormamız gerekir.

Kentin gelişiminde tekrar aktif olmamız için daha küçük ve tanımlı planlanmış semt birimlerini benimseyip sahiplenmemiz gerekir. Semtine sahip çıkmanın en iyi örneğini Arnavutköylü'ler üçüncü köprüyü karşı tavır alarak verdiler. Ardından tüm İstanbul’a sahip çıkarak Boğaz’a yeni köprü yapılmaması için organize oldular. Demek ki semtler benimsenecek ölçülerde olunca kentli planlama kararlarında daha aktif olmayı arzu ediyor.

Daha kaliteli ve insani ölçülerde kent birimlerini planlarken Leon Krier ve diğer “new urbanist”lerin önerdikleri tarzda nostaljik, klasik, ve statik kent modellerini uygulamaya mecbur değiliz. Bir yandan tarihi semtleri ve yapıları çevrelerindeki dokuyla korurken diğer yandan yeni semtlerin kentsel dokusunu çağdaş mimariyle tasarlayabiliriz. Çağdaş mimari derken teknoloji hayranlığımızı abartarak geleceğin nostaljisini yaratmaktan bahsetmiyorum. “Ne pahasına olursa olsun” diyerek her şeyin en yenisi, en büyüğü, en akıllısı, üzerinde ısrar etmek sadece geri kalmışlığın ezikliğini temsil eder. Örneğin 6/08/2005 tarihli Milliyet Emlak ta çıkan, “Şişlide Dev Alış Veriş Merkezi” başlıklı, haberde yeni devasa Cevahir İş Merkezi’nin, Etilerde ki Akmerkez’i yok etmek amacıyla planlandığı yazılıyor. Büyük iddialı mega projelerin bir diğerini yok etme amacıyla planlanması kenti savaş alanına çevirir ve yatırım birikimini engeller. Örnek verdiğim iş merkezi için gülmek veya ağlamak istiyorsanız Hürriyet'in 19/09/05 tarihinde de “Cevahir Çarşıya Araplar talip” başlıklı çıkan son yazıyı okuyunuz. Benden yorum yok.

İstanbul’un merkezinde iddialı mega projelerle yoğunlaşırken Kemerburgaz, Zekeriya Köy ve Bahçeşehir gibi yeni yerleşim alanları kent merkezinden kaçma alternatifleri olarak pazarlanıyor. Geleneksel ve yerel yaşamı simgeleyen nostaljik “bahçe köy” modelleri kente karşıt bir imaj yaratarak (büyük kent / küçük köy) “ying ve yang” şeklinde birbirlerini tamamlıyorlar. “Kent” ve “Köy” arasında ki zıtlık şöyle karikatürize edilebilir: Maslakta cam ve Alucobond giydirme cepheli iş merkezinden çıkan parlak iş adamı BMW sini TEM den Kemerburgaz’a yönlendirir. Çalıştığı metropolün hızlı yaşam temposundan uzaklaştıkça köyüne dönme arzusu kabaran Doktor Çakıl / Mister Sait Kemer Countryde ki Osmanlı konağına park ederken yaşadığı dengesizliğin farkında değildir.

“İki ayrı yaşam tarzını dolu, dolu yaşamanın ne sakıncası olabilir” diyebilirsiniz ama çift karakterli (şizofren) yaşamanın sakıncası insanın realiteden kopması ve geleceği için tutarlı tercih yapamaması olur. Yaşam mekanlarının iş ve ev olarak ayrılması günlük yaşamı motorlu araca bağımlı kılarken otomobile bağımlı olmak, ekonomik ve çevresel sakıncalar bir yana, değişik gelir gruplarını birbirilerinden izole ederek sosyal problemler yaratır. Sembolik olarak metropolün merkezi “geleceğin kenti gibi” olması ve çevresinde “geçmişin köyü gibi” bir yaşam tarzı yaratılması her ikisini de yapaylaştırır. Zaten “Mashattan / Maslak” ve “Country Homes” gibi özenti projeler İstanbul’un güncel mimarisine yansımaktadır.

Meslektaşlarımızın çoğu metropolleşmeyi kaçınılmaz ve hatta küreselliğin tartışılmaz koşulu olarak görüyor. Örneğin yıldız mimar Rem Koolhaas bir yandan metropollerin vahşetini eleştirirken diğer yandan kendi tekil yapılarıyla bu karmaşayı onaylıyor. Koolhaas kentin kamusal değerlerini dile getirecek kadar idealist görünürken uygulamada küresel kapitalin egosunu tatmin edecek kadar realist olabiliyor. Yıldız mimar çift taraflı kıvırarak “hipokrit” olmanın meziyetlerini küresel boyutlara çıkarabiliyor.

Ben metropollerin sadece kendi dinamikleriyle oluşmalarını kabul etmeyi hatalı buluyorum. “Çıldırmış” Manhattan de bile tüm yeni projeler çok iyi organize olmuş kamu denetiminin onayı ile ruhsat alabiliyorlar. Diğer dünya metropolleri de plansız ve denetimsiz bir gelişmeye müsaade etmiyorlar. Bağımsız bireysel kararların kent bütününde kaos yaratmasını engellenmek için aktif kentsel tasarıma gerek duyuluyor. Bireysel yapıların kaliteli kamusal mekan yaratmalarını sağlamak için ortak parametreler kentsel tasarımla belirleniyor. Büyük metropoller, tek bir geometriyle tasarlanmaları imkansız olduğu için, daha küçük kent birimlerine bölünerek tasarlanmalılar. Küçük ve tanımlı mahalle birimleri gelişen bir metropolün “yeterince” düzenli ve insani olmasını kolaylaştırabilir.

Colin Rowe “Collage City” tezinde kentlerin birden fazla, hatta aykırı, kolaj tarzında, tanımlı yerleşim alanları olarak düzenlenmelerinin daha realist ve daha insancıl olacağını savunurdu. Rowe, ütopya karşıtı, natürel prosese inanan, amorf formu tercih eden planlamanın kaos yaratacağını ve bunun karşıtı olan ütopik, tek bir ideal üstüne kurulmuş, geometrik düzeninde monoton olacağını düşünürdü. Kentlerin tek bir düzenle tasarlanmalarına şüpheyle bakarken insanın kaos içinde düzen kurma ihtiyacına da saygı duyardı. Mimari görevimizin kent formuna anlam ve estetik vermek olduğunu söylerdi. Semtlerin, ayrı ve değişik düzenle tasarlanmalarını, kent içinde değişik geometrilerin birbirleriyle çakışarak bütünleşmelerini ve zıt gibi görünen kamusal ve bireysel çıkarların demokratik ortamda uzlaşmalarını olumlu görürdü.

Massimiliano Fuksas gibi küresel bir mimarın “Kaostaki yüce düzene güvenin” gibi söylemleriyle kaos’u kabul etmemiz, ondan ilham almamız ve bu karmaşayı kişisel estetiğimizle yansıtmamız uzun vadede kabul edebilecek bir polemik olamaz. Kaosun estetiğini gözümüz istese bile stresini kalbimiz kaldıramaz. “Her tez kendi anti tezi ile son bulur” dedikleri gibi pek yakında kaosu bireysel yapılarla, havai fişekler gibi, kutlama hevesinden vazgeçeceğimize inanıyorum. Bundan sonra küresel sorumluluğu ancak yerel yaşama uyum sağlayarak ispat edeceğiz ve kentlerimizi doğasına, insanına zarar vermeyecek şekilde tasarlamaya çalışacağız. Kentlerimizin insani ölçülerde tanımlı olmaları için tekrar kamusal alanlara önem vereceğiz. Beklide,Voltaire’in “Candide” romanında ki mizahi kahramanı gibi, her mimarın küresel anlam arama serüveni öncelikle kendi arka bahçesine düzen vermesiyle tamamlanacak.


Yazan: Kaya Arıkoğlu Tarih: 30 Eylül 2005

 

 

Mimari | mimar | Yazim: 22.11.2005 | Hit : 199

Anasayfa >> Mimari >> Michael Sorkin’in Önerisi

 



www.civilturk.com